Alpler Gezimiz 2011 Temmuz

Eşim Ayşe ile birlikte motosikletle Alpler'de turlamak ne zamandır hayalimizdi. Bu yaz tatilde neler yapalım diye düşünürken gaza geldik, kabaca bir planlama yaptık ve bu işi yapmaya karar verdik. İşyerinden arkadaşım Tahsin'e planlarımızdan bahsedince o da eşi Bige ile birlikte katılmak istedi. Tahsin birkaç yıl önce GSX-R 750'sini satmak zorunda kaldıktan sonra motosikletten uzak kalmıştı, ama içindeki 2 teker ateşi her daim aktif olduğu için bu fırsatı kaçırmadı.

Hepi topu 2 haftalık tatilimizin 4 gününü motosiklet şoförü olarak gidiş ve dönüş yolunda harcamak istemediğimizden en mantıklı çözüm olarak Almanya, İsviçre veya İtalya'dan motosiklet kiralamaya karar verdik. Ancak şunu belirteyim, herşeyi alt alta topladığınızda kendi motosikletinizle gitmek daha ucuza geliyor. En mantıklı iki yol Un-Roro ile motoru Trieste'ye gönderip kendiniz Venedik'e uçmak, veya karayolu ile Yunanistan İguomenitsa'ya gidip feribotla Brindisi'ye geçmek. Motorunuzu yurtdışına çıkarmak için gereken şeyler başka forumlarda yazıyordu, şimdilik konumuz dışında...

Kiralık motor araştırmaya başladık. Bulduğum bazı yerler şöyleydi:

http://www.rental-motorcycle.com Bu Admo-Tours'un sitesi. En kurumsal yer burası, Avrupa'da hemen her büyük şehirde motosiklet kiralıyor, buna Kuşadası da dahil.

http://www.cimt.it/suzuki_v-strom_650_rental.htm Burası İtalya'da motosiklet kiralıyor, Vstrom kiralamak için buradaki arkadaşla yazıştım. İlgi alaka iyi, ama bize uymadı.

http://www.allroundrent.de/ Burası ile de yazıştım ve fiyat aldım, ama sadece F650 kalmıştı.

http://www.hctravel.com

http://www.mototouring.com

http://www.bosenberg.com

http://www.motogreek.de

Motor kiralamak için en uygun zaman Şubat Mart gibi. Biz Mayıs'ta araştırmaya başladığımızda neredeyse bütün 1200GS'ler bitmişti. Günlük fiyatlar büyük endurolar için 100€ - 130€ arası değişiyor. Kiralayan yere göre değişmekle beraber yan çanta, top case, GPS vs için günlük 3 – 30€ arası fiyatlar istiyorlar. Sigorta her daim muafiyetli oluyor, hasarın ilk 1000 – 3000€'luk kısmı sizin cebinizden çıkıyor. Genelde bir hafta fiyatı 6 gün fiyatı kadar, iki hafta fiyatı da 11 gün fiyatı kadar oluyor. Çoğu yer haftalık 2000 km'ye izin veriyor, fazlası için 0,35€/km talep ediyor. Sigorta fiyata dahil olmuyor, ekstra %8 gibi ekleme yapılıyor. Fiyat araştırırken ilk gördüğünüz fiyata kanmayın, herşey dahil son fiyatlar farklı oluyor.

En sonunda en uygun olarak http://www.motowelt.de adresini bulduk. Sahibi Hermann ile yazıştık ve Skype üzerinden konuştuk. Burası Münih'e 70 km mesafede kuzeydoğu tarafında, Landshut şehrinde, sadece Honda ve Yamaha kiralıyor, ve bütün motorlar aynı fiyat. Hermann 12 gece 13 gün için herşey dahil 1000€ fiyat verdi. Bir tane Super Tenere müsaitti, diğer motoru da Fazer, Transalp, Pan, FJR, CBF gibi seçenekler arasında değerlendirip TDM900 olarak seçtik. Motorların her ikisi de 45'er lt yan çantalı, 48 lt top case'li, sınırsız km ve 1000€ muafiyetli sigortalı. Tenere'ye takılı bir de Zumo GPS fiyata dahildi. Buraya tamam dedik ve 150€ depozitoyu kartlardan çektirdik.

Sıra uçak ayarlamaya geldi. Yine bu işlere Mayıs sonunda başladığımız için kişi başı gidiş dönüş malesef ancak 626 TL'ye uçak bileti bulabildik. Daha ileri tarihlerde ve Ankara yerine İstanbul'dan gidilirse 300 TL'ye kadar uygun fiyatlar vardı. Hatta fırsatlar kollanır ve çok önceden uçak ayarlanırsa 99€ normal bir fiyat. Eğer böyle bir gezi planlayacak olursanız ilk iş çok önceden uçak ayarlayın, mümkünse İstanbul'dan uçun.

Almanya elçiliğinden Schengen vizesi almak için gereken belgeleri toparladık. 60'ar € vizeler için, 10 € telefonla randevu için, 10'ar € da seyahat sigortası için, toplam 150€ bu işe gitti.

Artık rota planlamaya başlayabilirdik. http://www.bestbikingroads.com sitesi ve http://www.uem-moto.eu/Tourism/OverviewUEMmaps/tabid/54/Default.aspx adresindeki haritalar herşey için yeterli oldu. Başka birşey aramaya gerek yok, özellikle UEM haritaları süper, hatta bu haritaları basılı bulursanız mutlaka alın. Motosiklet turları için özel hazırlanmış ve çok faydalı haritalar. Ben pdf olarak hepsini indirdim, burada ve bestbikingroads'ta önerilen yolları belirledik, aralarda kalacak yerleri kararlaştırdık ve 3300 km'lik bir plan yaptık. Günde 200 – 280 km arası değişen mesafeler planladık, ama yeri geldiğinde anlatacağım gibi her zaman bunlara uyamadık.

Beklenen gün geldi ve 9 Temmuz sabahı Münih'e indik. Hermann saat başı kalkan otobüslerle Landshut'a ulaşabileceğimizi söylemişti, ama biz 4 kişi ve tonla eşya ile otobüs kasmadık, bir Türk taksici bulduk ve 62 €'ya Motowelt'e ulaştık. Böylece ilk Türk kazığını yemiş olduk, çünkü dönüşte aynı yolu Alman bir taksici taksimetre açmadan 45 €'ye getirdi. Sabah 10'da Hermann geldi, motorlar hazırlandı, biz motor kıyafetlerimizi giydik, eşyaları yan çantalara doldurduk, bavullarımızı Hermann'a bıraktık ve artık yola çıkmaya hazırdık! İşte Hermann, ben Gökhan, eşim Ayşe, Tahsin ve Bige, Tenere ve TDM:

Burası da Hermann'ın dükkanın diğer bölümü:

Hermann işini iyi yapıyor, herşeyi halletti. Motorlarında yanında lastik spreyi, reflektif yelek, ayrıntılı bir Alp haritası ve mıknatıslı tutucu, Tenere'de Zumo GPS, zincir spreyi, disk kilidi, vizör temizleme mendili vs. herşeyi verdi. Yollar, trafik, kanuni konular, sigorta, yapılacak işlemler gibi konularda da bilgi verdi.

GPS'e Münih Louis mağazasını girdik ve büyük bir heyecanla yola çıktık. İlk kez yabancı bir ülkede motosiklet kullanmak çok keyifli. Yolların kalitesi ve düzeni, trafik kurallarına, yayalara ve motosiklete saygı, çevrenin yeşilliği gibi şeyleri herkes gibi biz de duymuştuk, ama yaşamak ayrı. GPS'te 'Paralı yollara girme' seçmiştik, Almanya'da otoyollar ücretsiz olduğu için GPS bizi en kısa ve hızlı rotadan, Autobahn'dan götürdü. Yolda öğle yemeği için kısa bir mola verdik ve Münih'te bütün motosiklet mağazalarının yan yana olduğu yere ulaştık:

Polo, Louis, Hein Gericke ve adını hatırlamadığım bir mağaza daha gezdik. Çok güzel şeyler var, ama fiyatlar Türkiye'den yüksek. Buradaki fiyatını bildiğim bazı ürünleri hep 20 – 30 € daha pahalı buldum. En sonunda 8'er €'ya birer basit yağmurluk aldık. Siz aynı hatayı yapmayın, bu konuyu sonra anlatacağım.

Daha önceden ilk gün için otel ayarlamıştık, motorları otele çektik. Otelimiz merkeze yakın sayılabilecek bir noktadaydı. Kişi başı 41€'ya kaldık. Resepsiyondaki Türkçe'yi unutmak üzere olan Gaziantepli Mikail'in tarif ettiği yerleri gezmek üzere hazırlanıp taksiye atladık ve Münih'in merkezine doğru yola çıktık. Yine bir Türk kazığından sonra 19€ ödeyerek Karlsplatz'a ulaştık. Aynı yolu akşam dönüşte Alman taksici 14€'ya geri getirdi. Münih gezilesi bir şehir, zaman ayırmakta fayda var. Şansımıza Marienplatz meydanında konser ve Gay, Lezbiyen ve Transeksüel günü gibi birşey vardı. Çok renkli manzaralara rastladık:

Akşam Hofbrauhaus'da weissbeer içtikten sonra otele döndük. Münih'e yolunuz düşerse mutlaka uğramanız gereken yer Hofbrauhaus. BMW müzesi, olimpiyat parkı ve kulesi gibi yerlere zamanımız kalmadı. Akşamki kovadan boşanan yağmur yarına dair umutlarımızı biraz baltaladı, ama neyseki ertesi sabah hava güzeldi.

10 Temmuz rotamız Almanya'daki üç göl kıyısı, Innsbruck, Alp dağları üzerinden UEM'in önerisi bir yol ve nihayet Serfaus dağındaki Ladis kasabası:

Münih'ten çıktıktan sonra ilk önce Starnberger See kıyısına gittik. Bu gölün batı kıyısı boyunca cennet gibi yollardan geçtik. Bu bölgenin sadece doğası değil, binaları da çok güzel. Turistik bir yer, göl kıyısında muhteşem müstakil villalar da var. Bitki örtüsü Karadeniz kıyısından yoğun, havası da sıcak ve nemliydi.

Daha sonra autobahn'dan kısa bir bağlantı yaptık ve Kochelsee ve Walchensee arasından geçtik. Kochelsee'yi bitirince daha yukarıdaki Walchensee'ye tırmanmak için ilk Alpler virajlarına girdik. Bu bölgedeki yolu çok beğendim. Zemin muhteşem, virajların açıları, kamber eğimleri, görüş vs herşey çok uygun. Tenere'yi yan çantalar yere birkaç santim kalacak kadar yatıra kaldıra tırmandık. Arkamızda kalan Kochelsee ile bir fotoğraf:

Bu arada bütün gezi boyunca Tahsin'le dönüşümlü kullandığımız Super Tenere 1200 hakkındaki yorumlarıma gelelim. Bence motor muhteşem. 260 kg ağırlığı fazla gibi görünse de hareket edince bisiklet kadar hafifliyor. Hatta itilip çekilirken bile dengesi çok iyi olduğu için 210 kiloluk TDM900'den daha kolay kontrol ediliyor. Motorunun gücü ve torku çok iyi. Kullanan ve artçı için selesi çok rahat. Oturuş pozisyonu, geniş gidonu, peglerinin yeri falan çok ergonomik. Kesinlikle yormuyor. Viraj alışı muhteşem. 1200GS gibi nerdeyse kendi kendine gidiyor. Çok az rastladığımız bozuk zeminleri de hiç hissettirmedi, çok konforlu. Frenleri güven veriyor. Tamamen aynı şartlarda kullanılan TDM900'den %25 fazla yaktı. Hesaplamadım ama tahminim 5 lt civarıydı. Bir tek yan ayağını eleştirebilirim, çok zor açılıyor ve bir enduroya göre motoru fazla dik tutuyor. Azıcık sola yukarı eğim olsa ayak açılmıyor. Ama genelde notum 10 numara!

Düz ovadan çıkıp Alpler'in içindeki ilk gölümüz olan Walchensee kıyısına ulaştığımızda cennet gibi yollardan sürmeye devam ettik. Hava sıcak, göl çok davetkardı. Bir saatlik bir mola verip göle girmediğimze çok pişman olduk, yolunuz buraya düşerse mutlaka Walchensee kıyısında bir yüzme molası verin.

Münih'ten Alpler'e ve Dolomitler'e giden daha doğuda rotalar var. Güney Bavyera'nın küçük kasabaları arasından geçen yollar da oldukça iyi, ama ben bu üç gölü görmenizi tavsiye ederim.

Neyse efendim, yola devam ettik ve Innsbruck'a girdik. Bu arada yanlışlıkla kısa bir süre otoyoldan kaçak geçtik. Otoyol olayını özetlersek; Almanya'da otoyollar bedava. İsviçre'de ve Avusturya'da gişe ve ödeme yok, otoyolları kullanmak için 'Vignette' denilen çıkartmayı alıp motorun görünen bir yerine yapıştırmak gerekiyor. Vignette'siz yakalanmanın cezası var, ayrıca Vignette almak zorunda kalıyorsunuz. İsviçre'de sadece yıllık alınabiliyor ve 40 CHF. Bizim motorlardan birinde vardı, diğerini de gerekirse alacaktık, ama hiç otoyola girmedik. Avusturya'da yıllık veya daha kısa süreli alınabiliyor, biz gerek duymadık. İtalya ve Fransa'da sistem bizimki gibi, girişte fiş al, çıkışta öde. Ayrıca bazı yollarda ve tünellerde gişeler var ve motosiklet için genelde 8€ gibi paralar kesiyorlar.

Innsbruck'ta ilk benzinimizi aldık:

Avrupa'da benzinliklerde pompa görevlisi yok, kendiniz koyuyorsunuz. Ödemeyi ya önceden otomatik POS cihazı ile yapıyorsunuz ve pompa çalışmaya başlıyor, yada doldurup gidip içeride ödüyorsunuz. Bazı istasyonlarda kağıt para ile ödeme kabul eden otomatlar var. Bu arada merak edenler için toplam 2800 km yol yaptık ve 480 TL civarında benzin parası verdik. Benzin doğal olarak bizden ucuz, ama çok da ucuz değil. En ucuz yer olan Avusturya'da 1,35 €/lt yani yaklaşık 3,35 TL idi.

Innsbruck'a girip biraz dolanıp nehir kıyısında yemek yedik, ama gezinin ruhuna uygun olmadı. Büyük şehirlerin içine motorla girmek ve kalabalık trafikte debelenmek tavsiye edilmez. Eğer büyük bir şehirde kalacaksanız ilk iş motoru parkedip sivil kıyafetlere bürünüp yaya dolaşmak olmalı. Ayrıca köy ve kasabalarda çok güzel yemek yenecek yerler bulunabiliyor.

UEM'in haritalarında tavsiye ettiği yoldan Innsbruck'u terkedip Kühtai üzerinden Landeck şehrine ulaştık. 2017 metreye çıkarak Alpler'in soğuk ve temiz havasıyla ilk kez tanıştık. Bu yolu çok beğendim. Tavsiye edilir. Gerçi etrafta geçemediğimiz birkaç pass daha vardı, eminim onlar da iyidir.

Bu arada ilk yağmurumuzu da yedik. Biz saçak altında saklanıp azalmasını bekledik, Tahsin ve Bige yağmurlukları giydiler.

Yağmurlukla ilgili olarak tavsiyem 'Nasıl olsa buradan başka kullanmam.' diye ucuz yağmurluk almayın. Mutlaka tekstil dokuma, su geçirmeyen ama nefes alan, nemi dışarı atabilen iyi birşey alın. Bizim 8 €'luk muşambalar canımıza okudu. Dışarıdan yağmuru almadı, ama terden ve nemden içeriden daha beter ıslandık. Her giyişte bir yeri yırtıldı, sonlara doğru sağını solunu bantladık, insan içine çıkmaya utanır hale geldik. Siz siz olun 50€ bayılıp iyi bir yağmurluk alın, ömür boyu kullanın.

Avrupa'daki trafikle ilgili notlarımı da buraya yazayım. Öncelikle döner kavşak ve geçiş üstünlüğü sistemi bizden farklı uygulanıyor. Döner kavşakları ortasında yükselti olan kocaman daireler şeklinde yapıyorlar, herhangi bir kavşaktan dümdüz geçme şansınız yok. Geçiş üstünlüğü her zaman kavşağın içindeki araçta. Ana yoldan geliyor olmanızın veya sağda olmanızın bir önemi yok, geçiş üstünlüğü kavşağın içinde dönmekte olan araçta, ana yoldan kaptırıp gelenler bile kavşağın girişinde durup beklemek zorunda. Kavşağa girerken değil çıkarken sinyal veriliyor. Sol sinyal kullanan yok.

Trafik çok düzenli işliyor. Almanlar ve İsviçreliler asker gibi, kurallara çok sıkı uyuyorlar, Fransızlar ve Avusturyalılar da oldukça nizamiler, İtalyanlar ise daha rahat. Yine de onlar bile kurallara bizden 10 kat daha fazla riayet ediyorlar. Motosiklete saygı göz yaşartacak cinsten, bütün gezi boyunca bir kez bile "Acaba çıkar mı, beni görmüş müdür?" diye düşünmedim. İtalya'daki bir iki SUV dışında arkadan sıkıştıran da olmadı. Tavsiyem öndeki aracı fazla yakından takip etmeyin, yayalara yol vermek için zart diye duruveriyorlar. Motorunuzu buradaki gibi abuk subuk yerlere parketmeyin, genelde her yerde motosiklet için özel park yerleri var. Bu konuda hassaslar, hemen birisi gelip motoru buraya koyma diyor.

Neyse efendim, en son Landeck'te yağmur yemiştik. Buradan devam ettik ve daha önceki planlarımızda yer alan Ladis kasabasına ulaştık. Burası Avusturya'daki Serfaus dağında bir kayak merkezi ve tüm gezi boyunca kaldığımız en güzel yer. Adam başı 35€ fiyatla Bad Ladis diye bir otelde kaldık. Burası altına motorlarımızı parkettiğimiz otelimiz:

Otelin arka bahçesindeki manzara:

Ladis tam bir cennet. Çok huzurlu, çok sakin, temiz, düzenli, inanılmaz güzel. Tüm gezi boyunca tartışmasız en çok burayı sevdik. Vadiye yukarıdan bakan nefis bir manzarası var. Burası şehrin mezarlığı mesela:

Vasiyet ediyorum, beni buraya gömün!

Yürüyerek ulaştığımız teleferikle Serfaus dağına çıktık. Alpler'e gidiyorsanız hemen her yerde bulabileceğiniz teleferiklerle zirvelere doğru çıkmanızı tavsiye ederim. Deli gibi basıp her gün 500 km yol yapmak da tercih edilebilir, ama bence en güzeli günlük 150 km civarı planlamak, teleferikle veya trenle zirvelere yakın tesislere çıkmak, göllerde teknelere binmek, pass'ları geçerken yükseklerdeki tenha yerlerde yarım saatlik mollar verip çimenlere çıplak ayakla basmak falan... Biz Serfaus dağındaki tesise çıktık, eğlence parkı gibi bir yerde biraz vakit geçirdik, iki tepe arasına gerilmiş 300 metrelik halatta gidip gelen yelkenkanat benzeri bir oyuncağa bindik, oldukça eğlendik:

Öğleyin saat 1:00 gibi üzülerek de olsa Ladis'i arkamızda bırakarak yola düştük. Bugünkü planımız İsviçre Davos'a ulaşmak, rotamız işe şöyle:

Vadi içindeki enfes yollardan Finstermünzpass ve Reschenpass üzerinden İtalya'ya doğru yola devam ettik.

İtalya sınırından geçtik. Sınır işte bu tabela, bir gün tüm Dünya'nın böyle olması dileğiyle:

Yükseklerde gezdikten sonra yaklaşık 1000 metre irtifalı Spondigna şehrine indik. Burası gezimizin ana duraklarından meşhur Stelvio Pass'ın başlangıç noktası. Buraya biz kısa bir yoldan gelmiş olduk, daha çok zamanı olanlar için Almanya'dan buraya gelirken Vipiteno ve Merano şehirleri üzerinden, Timmels Joch, Brenner Pass, Jaufen Pass, Penser Joch gibi pass'ları içeren bir rota çıkarılabilir. 2474 metredeki Timmels Joch'dan geçiş paralı, unutmayın.

Sonunda yıllardır hayal ettiğimiz, aylardır planladığımız şekilde Stelvio Pass'a tırmanmaya başladık:

Çok fazla motosikletli ve bisikletli burayı tırmanmakta ve inmekte idi. Yol oldukça dar, çevresindeki bitki örtüsü ise çok yoğun. Aslında Stelvio denince ilk akla gelen, bitkisiz, karlı ve kayalık zeminde kıvrıla kıvrıla yükselen 'hairpin' virajlar. Ama daha önce, aşağıda çok çok güzel yollar var. Vadinin karşı tarafı çok yüce görünen, dümdüz, devasa, tepesi karlı bir kaya bloğu, dev bir uçurum. Bizim gittiğimiz taraf ise derelerle, su kaynaklarıyla, yaban hayvanlarıyla dolu, yoğun bir orman. Yollar, köprüler, istinat duvarları, virajlar harika görünüyor. Her adımda tadını çıkara çıkara, ortamın etkileyiciliğinden, karşı duvarın azametinden, yolun ve ormanın güzelliğinden resmen gözlerimiz dolarak yol aldık. Sık sık mola verdik.

İyice yükselince orman bitti ve artık her viraj 180 derecelik 'hairpin' oldu.

Sonunda Stelvio'nun 2758 metrelik zirvesine ulaştık:

Zirvedeki tesis yol boyu olduğu gibi motosiklet, bisiklet ve spor araba doluydu. Stelvio Pass'ın havası gerçekten farklı, Alpler'deki ikinci en yüksek pass ve yolu da en meydan okuyucu yollardan birisi. Her motorcunun hayatta bir kez de olsa buraya tırmanmasını ve zirvedeki zafer tadını almasını dilerim.

Stelvio'nun batı tarafında inişe başlayınca yol hemen ikiye ayrılıyor, sağa gidince Davos'a doğru Umbrail Pass ve Ofen Pass üzerinden daha kısa bir yol var. Biz soldan devam ettik ve Bormio üzerinden daha uzun yolu tercih ettik. Ama buralar gerçekten çok güzel, genel olarak irtifalar fazla, dağlar azametli, yollar keyifli, zeminler pist tadında. Planlarda buralara daha fazla yer ayırıp, bazı yerlerden iki kez geçme pahasına Val Müstair ve Lago Di Livigno taraflarını da gezmek lazım. Stelvio'nun batı inişi de oldukça keyifli bir yoldu:

Bormio yakınından geçtikten sonra Passo Del Foscagno, Passo d'Eira ve Passo Di Livigno'dan devam ettik:

Yine terkedilmiş bir sınırdan İsviçre'ye girdik ve hemen gelen Passo del Bernina'dan geçtik:

Akşam yemeği vakti geldiğinde Samedan şehrini geçmiş ve Zernez'e doğru gidiyorduk. Hava hafiften kararmaya başlamıştı, üşümüş, susamış, yorulmuştuk. Gözümüze iyi görünen bir restoranda durduk ve fiyatların astronomikliğine rağmen ne olduğunu tam anlayamadığımız bir yemek yedik. İsviçre çok pahalı bu arada. En basit yemek bile 10 CHF'den başlıyor, iki kişi için mütevazi bir yemek 35 – 40 CHF tutuyor. Biz İsviçre'de geçirdiğimiz süre boyunca en azından öğle yemeklerini bütçeye uydurmaya çalıştık. Her yerde bulunan COOP süpermarketinden aldığımız hazır sandviçleri ve içecekleri pass'ların zirvelerindeki molalarda piknik şeklinde tüketmeyi tercih ettik.

Hava kararmaya başladığında Flüela Pass'a ulaştık. Davos'a çok az yolumuz kalmıştı, saat 9'u geçmişti ve biz çok soğuk, çok ıssız yerlerdeydik. Flüela Pass tüm yol boyunca geçtiğimiz en ıssız yollardan birisiydi. Her yerde akan sular, bomboş, ıssız dağlar, küçük göller, sağda solda kar birikintileri, nefis zeminli virajlar ile çok güzel bir yer:

En sonunda artık gece oldu ve saat 10 gibi biz tükenmiş bir halde Davos'a girdik. Davos Dünya Ekonomi Forumu'nun evsahibi, aynı zamanda İsviçre'nin en lüks kayak merkezlerinden birisi. Ama mevsim yaz, saat 10 olunca yollarda in cin top oynuyordu. 'Motorcycles Welcome' yazan bir tabelanın altındaki zile bastık ve gelen bayandan 160 CHF oda fiyatı aldık. Oha diyerek tek tük açık olan diğer otelleri denemeye karar verdik. Birkaç yer dolaşıp minimum 220 CHF oda fiyatı alınca gece 11:30 gibi tekrar ilk yere döndük, ama bu sefer kapı açılmadı! Diğer otellerin de resepsiyonları tek tek kapanmıştı. Tüm gezinin en uzun yolu, ve en yorucu gününün sonunda geceyarısı sokakta kalmıştık. GPS'i açıp 10 km ve 16 km mesafedeki kasabalardaki otelleri bulup telefon ettik. Sonunda 10 km kuzeyde Klosters adlı kasabada iki kişi 130 CHF'ye bir otel bulduk ve nihayet gece 12:30'da otele varabildik. Uykulu ve gecelikli yaşlı bir bayan kapıyı açtı, ellerimize birer anahtar tutuşturup kayboldu.

Biz ilk gün dışında önceden otel rezervasyonu yapmamıştık. Gidince bulacağımıza güvenerek gezdik. Ama size tavsiyem gideceğiniz yerlerde hiç olmazsa bir kaç alternatif yeri önceden araştırmanız. Büyük şehirlerde değil, yakınlarındaki küçük kasabalarda, hatta yol üzerindeki motellerde kalabilirsiniz. Çok güzel motorcu motelleri var. Gece çok geçe kalmayın, otellerin resepsiyonları 9 – 10 gibi kapanıyor. Tek bir hedef belirlemeyin, 30 – 40 km mesafede alternatifler düşünün.

12 Temmuz günü Klosters'daki otelimizde güzel bir kahvaltı yaptık ve şehirde hızlı bir tur attık. Otelimizin sokağı:

Klosters'dan bir kare:

İsviçre diğer ülkelerden bariz bir şekilde daha zengin. Geçtiğimiz en küçük köyden en büyük şehre kadar her yer spor otomobiller, pahalı mağazalar, ve lüks evlerle doluydu. Sokaklar, caddeler, yollar çok bakımlı. Her baktığımız yere dibimiz düştü yani.

12 Temmuz planımız İsviçre'nin doğusundaki pass'ları dolaşarak İtalya sınırına kadar inip tekrar orta kısımdaki pass'lara yakın Andermatt'a ulaşmaktı. Ama önceki deneyimlerle yolu biraz kısalttık, Maloja Pass ve Splügen Pass'ı iptal ettik, hedefte Albula Pass, St. Moritz, Julier Pass, ve en son Oberalp Pass üzerinden Andermatt var, ama akşam Oberalp'e çıkamadan Disentis'te kaldık:

Klosters'tan çıktıktan sonra gece göremediğimiz Davos gölünün kenarından geçip Davos'a girdik. Şehri gündüz gözüyle gördük. Gerçekten çok güzel bir şehir, ama gece yarıları sokaklarda kaldığımız için, açık doğru düzgün bir yer bulamadığımız için ve astronomik fiyatları yüzünden biz de "Bi daha da gelmem Davos'a!" diyerek devam ettik. Alvagni adlı köyün içinden GPS'e inanamadığımız daracık bir yoldan rotamızı Albula Pass'a çevirdik. Bu arada içinden trafik ışığıyla kontrol edilen tek araçlık, daracık bir yolla geçilen, küçücük köyün içinde bile spor arabalar ve kenarında bir golf sahası vardı. İnsanlar yaşamayı biliyor.

Bergün ismindeki kasabadan devam edip, çok keyifli yollardan, Heidi ile Peter'in evlerine benzeyen evlerin arasından Albula Pass'ı geçtik.

Albula Pass'ı inince meşhur St. Moritz gölü kıyısında mola verdik ve yemeğimizi yedik.

St. Moritz ve içinde bulunduğu vadideki İsviçreliler yaşamayı gerçekten biliyor. Bu çevrede gördüklerimiz: Bir sürü spor araba (hem de öyle Porsche falan değil, Pagani Zonda, Ferrari Enzo, Koenigsegg gibi süper egzotikler), havada planör çeken bir uçak ve termalde yükselmeye çalışan planörler, evinin bahçesinde ata binen insanlar, göllerde boy boy yelkenliler ve kitesurf yapanlar, ve tabiki tonla pahalı motosiklet.

Chiavenna şehrine kadar gitmeyi planlamıştık ama daha kısa bir rota seçip Julier Pass üzerinden devam edip Thusis şehrini geçip Bonaduz'da mola verdik. Şehir meydanında başka motorcularla birlikte bir kafede birer kahve içtik.

Avrupa'da her yerde çok güzel kahve var. Hatta İtalya'da şehir içleri kahve kokuyor. Ama çay yok, benim gibi demleme çay tiryakileri için zor oluyor. Kahve genelde espresso oluyor, ve çok nefis!

Bonaduz'dan çıktıktan sonra anayollara girmedik, küçük köylerden ve nehrin kenarından, zaman zaman kanyon içinden Ilanz şehrine doğru devam ettik. Bu yolda kanyonun dimdik duvarına oyulmuş, tek araçlık daracık bir tünel vardı, ama durup fotoğraf çekmedik.

İlerideki kapkara bulutlar ve düşmeye başlayan damlalardan sonra yağmurluklarımızı giydik. İşte nükleer serpinti müdahale ekibi:

Amacımız Andermatt'a kadar gitmekti, ama yağmur başladı. 32 km yolumuz kalmışken ulaştığımız Disentis/Muster kasabasında kalmaya karar verdik. Hem burası Lukmanier Pass yol ayrımındaydı. Ertesi gün hava güzel olursa erkenden kalkıp Lukmanier'e gidip gelmeyi de düşündük. Burada Hotel Alpsu diye güzel bir yerde kaldık, motorlar için kapalı garajı da vardı. Otelde yemek yedik, 6 haftalık şirin köpek Sanita'yı sevdik ve gece kasabada dolaşmaya çıktık. İsviçre'de nüfus zaten az, gece ise her yer bomboş oluyor. Davos'ta da aynıydı.

13 Temmuz sabahı sağanak yağmurla uyandık. Kaldığımız otelin penceresinden Disentis'ten bir görünüm:

Kahvaltı boyunca umutlarımızı canlı tutmaya çalışsak da yağmur artmaya devam etti. Biz de istemeye istemeye gezi planımızı revize ettik. İlk başta planımız Lukmanier Pass'a gidip geldikten sonra Oberalp Pass üzerinden Andermatt'a inmek, sonra Susten Pass, Grimsel Pass, Furka Pass, St Gotthard Pass ve Nufenen Pass'tan geçtikten sonra tekrar Grimsel Pass üzerinden iki göl kıyısını geçip Thun şehrine ulaşmaktı. Bu plandan vazgeçip kısa yoldan Fransa Chamonix'e gitmeye karar verdik. 13 Temmuz rotamız:

Ama benim size tavsiyem yukarıda saydığım pass'ları mutlaka geçmeniz. Buralar Alpler üzerindeki en güzel yollar. Dağlar çok azametli, manzaralar nefes kesici, irtifalar çok yüksek, yol kalitesi süper, virajlar yarım debriyaj zorla dönülen hairpin değil, peg sürterek yata yata dönülen keyifli virajlar. UEM'in haritasında büyük bir S çizilerek bütün pass'lar geçilmiş, eğer sizin planlarınızda giriş ve çıkış noktaları uymuyorsa, bazı yerleri iki kez geçerek de olsa bütün bu pass'ları mutlaka geçin. Umarım bizim aksimize havanız da iyi olur.

Neyse, sabah eşyaları yüklenip yağmurlukları giyip Oberalp pass'a doğru sağanak yağmur altında yola çıktık. Sıcaklık 7 – 8 derece civarı, yağmur ve rüzgar çok şiddetli, amacımız artık gezinin keyfine varmak değil, sadece sağ salim gidebilmek. Kaskın camı çok fena buğu yapıyor, açarsam da gözüme yağmur geliyor, burnum donuyor. Rüzgar neredeyse yoldan atacak motoru. Artık keyif değil işkence olmaya başladı. Ama bakıyorum bu havada bile mis gibi gezen motorcular dolu etraf. Arkadaşlar çekmişler Dainese'den 2000€'luk Gore-Tex takımları, bana mısın demiyorlar.

Herşeye rağmen Oberalp Pass, özellikle Andermatt inişi çok güzeldi. Andermatt tahmin ettiğimizden çok daha şirin bir kasaba. Yağmur nedeniyle durup fotoğraf çekemedik, ve önceki akşam daha hafif olan yağmurda 30 km daha gidip burada kalmadığımıza pişman olduk. Andermatt'ı geçince bir saçak altında giyip kuşam molası verdik.

Bige yazlık botla gelmişti, ve ayakları su içinde kaldı. İçten dıştan poşetler, çoraplar falan işe yaramadı malesef. Buralarda olsa yağmuru yarım saat yersin, sonra kuru sıcakta on dakikada kurursun. Ama oralarda yağmur bütün gün yağıyor ve hava buz gibi. Yeri gelmişken kıyafet olarak neler götürmeniz gerektiğini buraya yazayım. Mutlaka su geçirmez kışlık bot ve eldiven. Ağustos diye kanıp yazlık bot götürmeyin sakın. Kışlık pantolon ve mont, termal içlikler ve hatta rüzgar geçirmez balaklava ve göğüs koruma. 'Üşürsem kat kat giyinirim, üstüne de yağmurluk giyerim' diye düşünerek yazlık file mont falan götürmeyin, donarsınız. Kaskınızın buğuya direnci süper olmalı, yarım açık kaskla gitmek işkence oluyor. Hava bazı günlerde ve alçak yerlerde sıcak oluyor tabiki, yeriniz varsa yazlık birşeyler de alsanız iyi olur.

Evet, elimizden geldiği kadar giyimi kuşamı tamamlayıp St. Gotthard Pass üzerinden İtalya sınırına doğru inmeye başladık. St Gotthard Pass'ta üç yol var. Birisi alttan giden otoyol tüneli, ki bizim konumuz dışında. Diğeri bizim geçtiğimiz yeni pass. Üçüncüsü de asıl geçilmesi gereken 'Old St. Gotthard Pass'. Bu eski pass daha dar yolu, daha bol virajları, köprüleri, tünelleri, ve Stelvio'ya benzeyen hairpin'leri ile çok muhteşem görünüyordu. Adım başı akan şelaleleri, muhteşem doğası, kar birikintileri, sisli ve yağmurlu da olsa harika manzarası ile St. Gotthard'ı geride bırakıp aşağı otoyol kavşağına indik ve depoları doldurduk.

Yağmurda devam ederek Nufenen Pass'a tırmandık. Burası da çok muhteşem görünüyordu. Özellikle batı inişi çok dik, çok muazzamdı. Fotoğraf çekmek için bulutların aralanmasını beklesek de malesef hava buna izin vermedi.

Daha sonra yağmur altında Brig, ve Sion şehirleri üzerinden Martigny'ye doğru vadinin içinden devam ettik. Bu yol önerilmez. Dümdüz, kalabalık, trafik dolu bir yoldu. Planlarınızda bu yolu geçmemeye çalışın. Örneğin Brig'den dönüp Simplon Pass'tan İtalya'ya doğru gidebilirsiniz. Mutlaka Fransa tarafına gidecekseniz kuzeyden dolanıp Montrö taraflarına inebilirsiniz. Bu yolun tek güzel tarafı Martigny'ye yaklaşınca görünen mavi gökyüzü ve çevredeki meyve bahçeleri ve bağlardı.

Martigny'yi geçtikten sonra sıkıcı düz yoldan çıkıp Fransa sınırına doğru Col de la Forclaz'a doğru tırmanmaya başladık. İşte Martigny:

En solda geldiğimiz düz ova, sonra Martigny şehri. Sağdaki vadiden gidince Grand St Bernard Pass'a gidiliyor. Hemen altımızda da buraya çıktığımız yol.

Col de la Forclaz'ı geçip Fransa'ya ilk kez teker bastık. Col des Montets'e geldiğimizde güzel hava arkamızda kaldı, hava hiç görmediğimiz kadar soğudu ve yağmur bastırdı. Yine de içinden geçtiğimiz dar vadiler, dik inişler ve çıkışlarla bu yol keyifliydi. Chamonix Mont Blanc'a girdiğimizde ise artık kar yağıyordu! Bütün gün çok yorulmuştuk, çok üşüyorduk ve donumuza kadar ıslanmıştık. Saat 9'u geçmişti, ve biz artık daha fazla otel aramadan, kişi başı 60€'ya razı olarak lüks bir otele yerleştik. Üzerimizi değişerek elimizdeki bütün kıyafetleri üst üste giydik ve gece birşeyler yemek için Chamonix sokaklarına çıktık. Sıcaklık 7 derece civarıydı ve karla karışık yağmur yağıyordu. Yine de ortalık çok kalabalıktı ve havai fişek gösterisi vardı. Fransa bariz bir şekilde çok daha canlı ve hareketli. Gençler gece yarılarına kadar caddelerde.

14 Temmuz sabahı tüm gezinin en güzel kahvaltısını yaptıktan sonra Chamonix'i gezmeye çıktık. Fransa'nın havası gerçekten farklı, turizmde dünya markası olmaları doğal, Chamonix'i çok beğendik:

Şehrin hemen dibinde, Ayşe'nin arkasında görülen bir buzul var!

Şehrin içinden geçen nehirden rafting botları geçiyor. Bizim geldiğimiz gün çok fazla yağmur yağmıştı ve bu nehir deli gibi akıyordu. Sonradan öğrendiğimize göre o gün Avrupa'da aşırı yağış nedeniyle turuncu alarm verilmiş!

Bu binanın yan duvarına kocaman bir resim yapmış sanatçı, 3 boyut hissini mükemmel vermiş, dibine gelene kadar resim mi, gerçek mi anlaşılmıyor.

Sokak müzisyenleri:

Bu arkadaşlar o kadar güzel çalıyordu ki resmen büyülendik. Özellikle çöp bidonu ve sopaya gerilmiş tek bir çamaşır ipinden oluşan enstrümanıyla ablam bir solo attı ki ağzımız açık kaldı!

Mont Blanc'a ilk çıkan Fransız amcalar direkt zirveyi gösteriyor.

Ama biz malesef zirveyi göremedik. Hava çok sisliydi. Chamonix'ten çevredeki dağlara çıkan pekçok teleferik hattı var, ama sisten hiçbir yer görünmüyordu. Biz de bir gün daha kalıp hava açınca teleferiğe binmeye karar verdik. Önce turizm ofisinden kişi başı 30€'luk bir otel bulduk ve gidip yerleştik. Sonra da 90 km mesafedeki Annecy şehrine gidip gelmeye karar verdik. 14 Temmuz rotamız:

Tekrar motorlardayız, ve Fransız Alpler'indeki ıssız yolların keyfine varıyoruz. Hava soğuk ama yağışsız.

Gezimizin en kısa yolunu yaptığımız günün ortasında Annecy'e vardık ve motorları park ettik. O kadar çok motosiklet var ki! Hemen hemen hepsi 4 silindirli naked veya muscle bike. Motor kullanan bayanların çokluğu da dikkat çekiyor.

Annecy göl kenarında, Venedik benzeri kanalları da olan, oldukça turistik bir şehir. Burayı da çok beğendik.

Annecy sokaklarında dolaşıp yorulduktan sonra kanal kıyısında bir yere oturduk ve ördek yedik:

Hava kararmaya başladığında manzaralar daha da güzelleşti:

Artık dönme vakti gelmişti, tam motorlara binip 500 metre gitmiştik ki arkamızda muhteşem bir havai fişek gösterisi başladı. Malesef durup izleyemedik, ve artık bastıran karanlıkta geldiğimiz yol üzerinden otelimize döndük. En az yol yaptığımız, en çok turist takıldığımız gün bugün oldu.

15 Temmuz günü planımız teleferikle Alpler'deki en yüksek zirvelerden birine çıkıp daha sonra İsviçre üzerinden St Bernard geçidini geçip İtalya'nın göller bölgesine doğru mümkün olduğu kadar yol almak. Rotamız:

Sabah tüm gezi boyunca kaldığımız en ucuz ve uyduruk yer olan otelimizden sadece kahve ve kruvasandan oluşan kahvaltımızı yapıp çıktık. 8 km'lik kısa bir yolculuktan sonra tekrar Chamonix'te, teleferik istasyonunun hemen dibindeki motosiklet parkındaydık. Bir önceki gün sis nedeniyle ortalık bomboştu, bugün hava açıldığı için yaklaşık 20 dk sıra beklemek durumunda kaldık.

Hedefimiz en yüksek teleferik varış noktasındaki Aguille du Midi. Önce 2500 metredeki bir istasyona çıkılıyor, sonra aktarma yapılarak Dünya'nın en dik teleferik hattı ile 3842 metredeki zirveye çıkılıyor. Fiyat bir kişi için 42,50 €. Yolculuk süresi 25 dk kadar, kabinler çok sıkışık ve ayakta gidiliyor. Ama manzara nefes kesici...

İlk istasyondan sonra dimdik yükseliyoruz. Direk geçişlerindeki sallantılarda Japon turistler basıyor yaygarayı.

Ve 3842 metredeyiz. Sıcaklık -3 derece. Merdivenleri biraz hızlı çıkınca oksijen azlığı resmen kafa yapıyor. Manzara uçaktan bakıyormuş gibi, ama ayaklarımız yerde.

Zirvede 45 dakika kadar zaman geçirdikten ve birşeyler yedikten sonra aşağıdaki transfer istasyonuna geri indik. Burada da Alpler'e ayak basalım dedik ve kısa bir yürüyüşe çıktık. Doğa kelimelerle anlatılmayacak kadar güzel.

Ayşe ve Bige nefis manzaraya karşı dinleniyorlar:

Gönlümüz burada kalsa da daha fazla geç kalmamak için sonraki teleferikle tekrar aşağıya, Chamonix'e indik ve motorlara atlayıp yola koyulduk. Aslında Chamonix'ten başlayan ve Mont Blanc'ın altından geçip İtalya'ya çıkan ve yolu çok kısaltan 17 km'lik bir tünel var, ama biz tünelden geçmek istemedik. Geldiğimiz yoldan İsviçre Martigny'e döndük. Gelirken yoğun sis ve yağmur altında geçtiğimiz için göremediğimiz güzellikleri süper bir havada tatmak ayrı güzeldi. Üstelik geçtiğimiz yolda sanırım bir klasik spor otomobil klübünün gezisi vardı. Adım başı 1960 model üstü açık Jaguar görmekten bir ara kendimi 60'lı yıllarda sandım.

Martigny'ye Fransa'dan girdik, devam edip İtalya'ya çıkmak üzere rotamızı Grand St. Bernard Pass'a çevirdik. İşte Heidi ile Peter'in evlerinin arasından geçip gideceğimiz dağ:

İrtifamız arttıkça medeniyet seyreldi, tekrar buz gibi ve tertemiz Alp havasına kavuştuk. Zirveye kadar tırmanmak istemeyenler için yolu kısaltan tünele girmedik ve devam ettik. Üşümeye başlayınca bir giyinme molası verdik.

Zirveye yakın, medeniyetten uzak dağda akan tertemiz derenin kenarına indik ve akan sudan kana kana içtik.

Ve, sonunda 2473 metredeyiz. Büyük St. Bernard Geçidi.

Şansımıza St Bernard Geçidi'nde dolaşmaya çıkmış bir çift St Bernard!

İtalya sınırından geçtik ve Aosta vadisi boyunca, otoyola paralel anayoldan devam ettik. Burada bir seri tüneller var, ve yol büyük şehirlerden, endüstriyel bölgelerden, kalabalık yerlerden geçiyor. Bu rotayı tavsiye etmem. Mutlaka geçecekseniz UEM'in önerdiği ve vadi tabanından değil, çevredeki dağ köylerinden geçen yollar var. Biz bir yandan kalacak bir yer arayarak mümkün olduğunca ilerlemeye çalıştık. Yolda Verres adlı bir kasabada durup ilk İtalyan pizzamızı yedik.

Bu pizzayı ve bundan sonra da İtalya'da yediğimiz diğer pizzaları pek beğenmedik açıkcası. Bizdeki pide gibi odun ateşinde yapıyorlar ve çok sert oluyor, üzerinde domates sosu, mozerella ve artı bir malzemeli oluyor, bizdeki gibi bol malzemeli ve yumuşak pizza yok. Neyse, artık akşam 8 olmuştu ve yemekleri yedikten sonra kalacak bir yerler aramak için GPS'i açtık, yakınlardaki bir otele fiyat sorduk, uygun olunca 5 km daha yol yaptık ve otele yerleştik. Otelimiz Arnad isimli bir kasabada, yol kenarında mütevazi bir yerdi.

İtalyanlar gerçekten bize daha yakın. İsviçre insanının soğuk havasından sonra bağıra çağıra konuşan, ağız dolusu kahkahalar atan insanlar, ortalıkta koşuşturan çocuklar, balkonlarda dizili çamaşırlar, pencereden pencereye dedikodu yapan yaşlı teyzeler, fosur fosur sigara içen gençler falan bizi evde hissettidi!

16 Temmuz sabahı yine güzel bir havada, dinlenmiş olarak kalktık. Odamızın balkonundan Arnad kasabası:

Kahvaltı yaptık ve tekrar çantaları doldurup, giyinip kuşanıp yola düştük. Bugünkü hedefimiz Dolomitler'e doğru kuzey İtalya'da dolaşarak, göllerin çevresini gezerek ilerlemek. Rotamız ise şöyle:

Ivrea kasabasından sola dönerek Aosta vadisinden ayrıldık ve kuzey İtalya kırsalına daldık. Buralar pek dağlık sayılmaz, ama düz ova da değil. Yüksek pass'lar, sürekli virajlar, muhteşem manzaralar yoktu, ama üzüm bağları, meyve bahçeleri, ormanlar, küçük şirin İtalyan köyleri ile gerçekten keyifli bir yoldu. Yolumuz üzerindeki tek büyük şehir olan Biella'nın çevresinden dolaşıp devam ettik. Hava da iyi olunca kilometrelerce yol büyük bir keyfe dönüştü. Sonunda ilk gölümüz olan Lago d'Orta kıyısına ulaştık.

Lago d'Orta gölünün kuzeyindeki şirin şehir Omegna'da bir fotoğraf molası verdik.

Hep etrafı ve kendimizi çekiyoruz. Biraz da demir atlarımızı çekelim.

Planımız bir sonraki büyük göl olan Lago Maggiore'nin en kuzey ucuna, İsviçre'nin Locarno şehrine kadar gitmekti, ama malesef yağmur başladı. Biz de GPS'e daha kısa bir rota girdik. Lago Maggiore'yi Verbania – Laveno feribotu ile geçtik. Şansımıza bu feribot sadece Cumartesi günleri çalışıyormuş.

Feribotta karşılaştığımız süper sportcu İtalyan arkadaşlardan karşıda pizza yiyecek bir yer öğrendik. İndiğimizde bastıran sağanak yağmurun dinmesini beklerken pizzalarımız yedik ve muhteşem kahvelerden içtik. İtalyanlar kahve yapmayı biliyor gerçekten!

Yağmur dinecek gibi değildi, mecburen yağmurlukları tekrar giydik ve yine nefis yollardan sonraki hedefimiz olan Lago di Lugano'ya doğru yol aldık. Şansımıza hava tekrar açtı, biz de Lugano gölü kıyısında, İsviçre sınırını geçer geçmez bir yağmurluk çıkarma molası verdik.

Lugano gölü İsviçre – İtalya sınırında. Sınırı geçer geçmez İsviçre'nin farkı hemen belli oluyor. Yollar, kaldırımlar, evler, arabalar, tekneler, binalar bir anda değişiyor. Arada el kol sallanarak geçilen sınıra rağmen bu kadar fark şaşırtıcı. Gölün İsviçre tarafından bir manzara:

Lugano gölünün kıyısını dolaşarak gitmeyi planlamıştık, ama yine ilerleyen saate baktık ve kısa yoldan, Lago di Muzzano kıyısından Lugano şehrine indik. Lugano resmen Beverly Hills gibi bir yer. Zaten iklim de yumuşadığı için Avrupa'nın en kuzeyindeki palmiyeler de burada. Göl manzarasına karşı bir fotoğraf molası:

Yolumuza Lugano gölünün kuzey kıyısından devam ettik. Doğa harika, yollar motorla geçmek için süper uygun, kıyı boyunca binalar çok güzel:

Sonunda güneş batarken hedefimize, yani İtalya'nın en güzel göllerinden Lago di Como kıyısına ulaştık. Planımız karşıya Bellagio kasabasına geçmekti, ama varmış olduğumuz Menaggio o kadar güzeldi ki gerek görmedik. Önce yol kenarında bir hostel bulduk, hadi dedik macera olsun, burada kalalım, ama çadır dışında yer yoktu. Biz de devam ettik ve kasabanın göl kıyısındaki meydanına bakan sevimli bir otelde yer bulduk. Otelimiz:

Odalara eşyaları bıraktıktan sonra kısa bir tur attık. Menaggio'dan manzaralar:

Restoranların mutfakları genelde 9'da kapanıyor, biz geç saatlere kadar açık bir yer bulduk ve şarap eşliğinde yemek yedik.

Sabahı odamızdan görülen manzara:

17 Temmuz için planımız İtalya'nın en büyük gölü olan Lago di Garda'ya ulaşmak. Gölün kuzey ucundaki Riva del Garda şehrine gelmeden önce küçük bir göl kıyısından geçiliyor. Beğenirsek bu gölün, yani Lago di Ledro'nun kıyısında da kalabiliriz diyorduk, ki öyle de oldu.

Malesef biz kahvaltı yaparken hafif hafif başlayan yağmur arttı ve biz çok beğendiğimiz Menaggio'dan hiç beğenmediğimiz yağmurluklarla çıkmak zorunda kaldık. Como gölünün kuzey kıyısını takip ederek en kuzey ucundan dolaştık ve uzun zamandır geçmediğimiz pass'lara tekrar kavuşmak için dümdüz doğuya yol aldık. Bir durup bir başlayan yağmur yüzünden pek fotoğraf çekemedik, zaten Como gölünün kuzey ucundan Passo del Aprica'ya kadar uzanan 60 km'lik dümdüz yol çok sıkıcıydı. Bu yolu hiç önermem, vaktiniz varsa gidin kuzeyden İsviçre'den dolanın. Hatta bir ara önde Tenere'de giden Tahsin, GPS'i izlemekten sıkılıp tepelere doğru giden bir köy yoluna daldı, ama alternatif güzel bir yol olmadığı için yine kös kös düz ovadaki düz yola döndük.

Sonunda tekrar virajlara kavuştuk ve hızlı bir tempo ve büyük bir keyifle Passo del Aprica'yı tırmandık. Aprica kasabasına girip motorları park ettik.

Yol üzerindeki bir pizzeria'ya oturduk ve bir yandan pizzalarımız yerken bir yandan durmadan geçen motorları seyrettik. Bu yol çok popüler olsa gerek, sürekli üçlü beşli gruplar halinde motorlar geçiyordu.

Ama malesef yine sağanak yağmur bastırdı. Motora koşup yağmurlukları alıp gelene kadar bile ıslandık. Yolun gerisinde pek fotoğraf çekemedik. Neyseki Passo Crocedomini'ye çıkarken yağmur kesildi.

Pass'ın zirvesi çok fazla yüksek olmasa da oldukça soğuktu.

Sisli, soğuk, kasvetli havada ıssız zirve gerçekten çok etkileyiciydi.

Crocerdomini'nin doğu tarafındaki inişi çok iyiydi. Yol çok dar, sadece tek şerit, hatta hani şu çocukların akülü arabalarla dolaştığı trafik eğitim pistlerine benziyor. Çok sarp ve dik değil, ineklerin yayıldığı geniş otlakların arasından geçiyor. Aşağılara indikçe yine sık ormanlar başladı. Yanından geçtiğimiz ufak bir gölet:

Crocedomini'den indikten sonra haritada bile olmayan, ama GPS'in bizi soktuğu daracık, bomboş yollardan Garda gölüne doğru devam ettik.

Sonunda Lago di Ledro kıyısına ulaştık, ve hava kararmaya başladı. Burası muhteşem görünüyordu. İlk sorduğumuz otelde boş oda yoktu, ama az ilerideki daha güzel otelde, Hotel Mezzolago'da, kişi başı 35€'ya iki oda bulduk ve yerleştik. Otelde akşam yemeği yedik ve değişik biralardan tadarak yayılıp yorgunluk attık.

Ertesi sabah, otelimiz:

Odanın penceresinden Mezzolago kasabası:

Ama asıl manzara otelin arkasındaki Ledro gölü. Muhteşem berrak masmavi suyu, dört bir yandaki sık orman kaplı tepeler ile cennetten bir parça. Tahsin ve Bige erken kalkmış, keyif yapıyorlar:

Burayı bırakıp gidesimiz hiç yok. Hani bıraksalar ömür boyu bu kasabada yaşayabiliriz.

Ama artık toparlanıp yola çıkma vakti gelmişti. Daha gidecek çok yolumuz vardı...

18 Temmuz rotamız Garda gölü kıyısından geçerek başlıyor ve Dolomitler'in ortasına kadar gidiyor.

Bu bölgeye sadece üç gün ayırabildik. Ama kesinlikle söyleyebilirim ki Garda gölü çevresi, Trentino bölgesi ve Dolomitler aylarca gezilecek güzelliklerle dolu. Bizimki gibi bir gezi planlarsanız Dolomitler'e en az 5 – 6 gün ayırmayı ihmal etmeyin.

Bizim sadece 4 günümüz kalmıştı, ve mümkün olduğu kadar çok yer gezmek için hevesle yola çıktık. Garda gölü kıyısına indikten sonra Passo Durone'ye doğru tırmandık.

'En kısa yol' olarak ayarladığımız GPS yine bizi ıssız yollardan geçirdi:

İlerideki kara bulutlar pek iç açıcı görünmüyordu, nitekim Madonna di Campiglio'ya doğru tırmanırken yine yağmur başladı. Çok şirin bir kayak merkezi olan ve mutlaka görülmesi ve teleferiklerine binilmesi gereken Campiglio'ya geldiğimizde şiddetli yağmur yağıyordu. Malesef vakit kaybetmemek için şehri dışarıdan dolaşan tünelden devam ettik.

Aralarda yağmurdan ve sisten sıyrılıp yüzünü gösteren meşhur Dolomitler ile ilk müşerref oluşumuz:

Dimaro kasabasına indiğimizde tekrar pırıl pırıl bir güneş açtı. Bu şirin kafede pizza benzeri birşeyler yedik ve hızlıca devam ettik.

Pass olsun olmasın, bu çevrenin doğası muhteşem. Sık sık manzaralar için durarak Bolzano şehrine doğru devam ettik.

Passo Mendola'dan onlarca motorcu ile birlikte geçtik.

Mendola'nın inişi çok keyifli bir yoldu. Daracık yolda bizi sürekli sollayan 4 silindirli İtalyanlar vardı.

Daha sonra aşağıdaki düz ovada bulunan Bolzano şehrine indik, şehri boydan geçip Innsbruck'a giden otoyolun paralelinden kuzeye devam ettik. Çevresindeki vadi yemyeşil olan, ama kalabalık yoldan bir süre sonra çıkıp sağa, Val Gardena vadisine, doğumuzda kalan Dolomitler'e doğru döndük. Bu yol üzerinde birkaç tane küçük kayak merkezi geçtik. Bu bölge, aslında tüm Dolomitler bölgesi tam bir turizm cenneti. Kışın kayak, yazın bisiklet, motosiklet, trekking için sürekli insanlar geliyor. Kalacak yerler çok fazla, oteller iyi, makul yerlerin fiyatları da 25€ civarından başlıyor. Meşhur Gruppo di Sella'ya doğru devam ettik.

Gruppo di Sella büyük bir kaya kütlesi. Çevresi Sella, Pordoi, Campolongo ve Grödner pass'ları ile ve 60 km'lik muhteşem ötesi bir yol içe çevrelenmiş. Her motorcunun bu yolu bir kez turlayıp hacı olması lazım! Sonunda ufukta göründü:

Selva di Val Gardena kasabasını arkamızda bıraktık.

Passo Sella'ya doğru tırmanmaya başladık ve Dolomitler'in azametli dev kayalarının yanına doğru çıktık. Manzaralar nefes kesici.

Sonunda Passo Sella'ya vardık. Hava buz gibi, güneş alçalmış, bizler yorgunuz, bol bol Sella hatırası çekiyoruz:

Ve hava kararırken Canazei kasabasına ulaştık. Burası da çevredeki diğer kasabalar gibi şirin, küçük bir turizm cenneti...

Birkaç otel gezdikten sonra kendimize 35€'luk temiz bir otel bulduk. Bütün gezi boyunca iki gün üst üste kaldığımız tek yer burası oldu. Keşke çok daha fazla vakit olsaydı, iki hafta burada kalsaydık ve çevrede teker basılmamış tek pass bırakmasaydık, ama malesef kürkçü dükkanı bizi beklemekteydi. Otele yerleştik ve günün yorgunluğunu nefis weissbeer ve oldukça beğendiğimiz pizzalar ile attık.

19 Temmuz rotamız Canazei'den başlıyor, Dolomitler'de mümkün olduğunca pass geçip tekrar Canazei'de bitiyor. Akşama yine buraya döneceğiz.

Odamızın penceresinden Canazei, ve şehrin içinden geçen dere.

Sabah kahvaltı yaptıktan sonra şehirde kısa bir yürüyüş yaptık, otele döndük, hazırlanıp tekrar yola düştük. Eşyaların çoğunu odada bıraktığımız için yükümüz daha azdı, yine de yan çantaları motorlarda bıraktık. Bir gün önce indiğimiz yoldan geri giderek Passo Sella'ya doğru çıktık. Günün ilk hedefi Gruppo di Sella masifinin etrafındaki turu tamamlayıp hacı olmak.

Dolomitler'in muhteşem doğasına ayak bastık:

Passo Sella'dan tekrar geçtik. Bu sefer vakit daha uygun olduğu için düne göre daha kalabalıktı.

Harika yollardan devam ettik, Grödner Pass'tan geçtik:

Campolongo Pass'tan geçtik:

Arabba kasabasına doğru indik:

Ve Passo Pordoi'yi çıktık.

Bu bölgedeki pass'lar ayrı bir güzeldi. Diğer yerler gibi yollar daracık, virajlar hairpin değildi, motorları yatıra yatıra, hızlı bir tempoyla, çok keyifli geçtik. Doğa zaten muhteşem, her tarafta dimdik devasa kayalar, ormanlar, dereler ile dolu. Çok fazla bisikletli ve motorcu var. Passo Pordoi'de Manisa plakalı bir 1200 GS ile de karşılaştık. Sahibi olan Ünal'ı telefonda Türkçe konuşurken bulduk ve beraber yemek yedik.

Passo Pordoi'de retro bir arkadaş:

Tekrar Canazei'ye indik ve bu sefer şehre girmeden soldan devam ettik ve Passo di Fedaia'ya doğru tırmanmaya başladık. Bu taraflarda kaya bloklarının arasındaki vadi daha dar, daha az güneş alıyor ve buz gibi. Yanımızda getirdiğimiz bütün kıyafetleri üst üste giydik, yine de üşüdük.

Passo di Fedaia'nın zirvesindeki gölün kenarında mola verdik. Üşümemiz normal, Temmuz'un ortasında hemen dibimizde kar var.

Passo di Giau'yu bir sonraki güne bıraktık, ama malesef Passo di Valparola ve Passo di Falzarego'yu planlara dahil edemedik. Eğer bu taraflara bir gezi yaparsanız mutlaka bütün pass'lardan geçeceğiniz bir plan yapın, hatta her pass için zirvede geçirilecek bir yarım saat ayırın. Muhteşem yerler. Biz de Dolomitler'in eteklerinden devam ettik.

Birazdan geçeceğimiz Passo Staulanza'ya doğru bakıyorum:

Passo Duran'a tırmanmadan önce Dont isminde bir kasabadan geçtik. Daha önce Avusturya'da Ebene isminde bir kasabadan geçmiş ve fotoğraf çekememiştik, ama bu tabelada fırsatı kaçırmadık:

Agordo kasabasına doğru devam ettik ve Passo Duran'dan geçtik. Bazı yerlerde kayalar başka bir gezegen gibi duruyor:

Hava kararmaya ve soğumaya başladı. Hafiften de yağmur başlar gibi yapınca istemeye istemeye Passo di Cereda, Passo di Rolle ve Passo di Valles'i rotadan çıkardık ve kısa yoldan devam edip sadece Passo Pelegrino ile yetinmek zorunda kaldık. Zirvedeki gölet kıyısında kısa bir mola:

Daha sonra anayola girdik ve hızlı ve akıcı bir şekilde yol alıp hava kararırken Canazei'ye döndük. Bu sefer ilk kez akşam 9 sıralarında fellik fellik otel aramadık, doğrudan odamıza gidip, duş alıp yemeğe çıkmak keyifliydi. Böyle bir gezide aslında aynı yerde birkaç gün kalıp çevredeki yolları gezmek mantıklı. Özellikle Dolomitler, kuzey İtalya göller bölgesi veya orta İsviçre gibi dar bir bölgede pek çok pass olan yerlerde. Pordoi'de tanıştığımız ve bizim oteli tavsiye ettiğimiz Ünal'ın motoru da oradaydı, akşam göremedik ama kahvaltıyı beraber yaptık.

Artık gezimizin son iki gününe girmiştik, sadece bir gece daha Alpler'de kalacak ve Ankara'ya dönecektik. Yavaş yavaş Münih'e, Landshut'a doğru gitmek gerekiyordu. Son iki gün için planımız Avusturya Alplerindeki güzel yollardan geçip Zel Am See kıyısında kalmak ve son gün Salzburg'a uğrayıp Landshut'a dönmekti. Özellikle Avusturya'daki Lienz şehrinden Zel Am See'ye giderken geçilecek olan ve 2500 metrelerde uzun süre yol alınan Hochtor'dan geçmeyi çok istiyordum. Ama malesef 20 Temmuz sabahına yağmurla uyandık. Kahvaltı sırasında durum değişmeyince Lanshut'a doğru en kısa ve hızlı şekilde yol alıp gece uygun bulduğumuz bir yerde kalmaya karar verdik. 20 Temmuz rotamız şu şekilde gerçekleşti:

Yağmur altında hazırlandık ve yola çıktık.

Passo di Fedaia, ve Passo di Giau üzerinden Cortina d'Ampezzo'ya ulaştık. Buz gibi havaya, ara sıra karla karışan yağmura rağmen bir bisiklet yarışı vardı. Tüm Avrupa boyunca adamların spor aşkına hayran kalmıştık zaten, sürekli başarılı sporcular çıkarmalarına şaşırmamak lazım. Cortina'dayken zaman zaman yağış kesildi, güzel manzaralar görme şansımız oldu.

Passo Tre Croci'ye tırmanırken resmen kar yağmaya başladı. Temmuz ortasında kar yedik yemiş olduk. Zirveye vardığımızda sıcaklık 6 derece civarındaydı, çevredeki tepelerde kar tutmaya başlamıştı.

Dobbiaco şehrine inip anayoldan Lienz'e doğru döndük. Hava biraz daha düzeldi, yağmur ve kar kesildi. Bu yol hızlı akan, fazla virajlı olmayan bir yol olmasına rağmen çevredeki manzaralar kartpostal gibiydi.

Lienz'e doğru giderken hava ısındı, güneş açtı, keyfimiz yerine geldi. Lienz'den tam kuzeye döndük ve Felbertauern tüneline doğru devam ettik. Tünelden önce Matrei kasabasında bir kahve molası verdik.

Tünele doğru devam ederken yağmur bastırdı. Ertesi gün sabaha kadar yağan yağmur nedeniyle buradan sonra fazla fotoğraf yok. 5,3 km'lik Felbertauern tünelinden geçiş ücreti 8€. Tünele girmeden önce yağmurluk giymeme konusunda ısrar ettik, çıkışta farklı bir iklim, yağışsız bir hava olacağına dair ümidim vardı. Ama malesef yağmur daha da fazla arttı. Sağanak yağmur altında Kitzbühel şehrine kadar geldik. Burası çok turistik görünüyordu. Ancak fiyatları görünce buranın Davos'tan beter olduğunu gördük. Oda fiyatı olarak 300€'lardan falan bahsedilince fazla vakit kaybetmedik ve Almanya'ya doğru devam ettik. 20 km sonra Scheffau adlı bir kasabada kişi başı 30€'ya küçük ve temiz bir 'Gasthoff' bulduk.

Gasthoff Zum Wilder Kaiser'de beklediğimizden çok daha iyi bir yemek yedik ve son akşamımızı ıslanan malzemelerimizi kurutmaya çalışarak geçirdik.

21 Temmuz malesef gezimizin son günüydü. Bu cenneti bırakacak ve akşama evde olacaktık. Sabah otelden hazırlanıp çıktık. Landshut'a kadar olan rotamız:

Fazla oyalanmadan otoyola girdik, bir süre Avusturya otoyolunda kaçak gittikten sonra Almanya sınırını geçtik. Münih'e doğru otoyoldan devam ederken yağmurlu ve karanlık hava, Alpler'le birlikte arkamızda kaldı. Pırıl pırıl ve masmavi bir gökyüzü altında otoyoldan çıktık ve Bavyera'nın kasabaları arasından ilerlemeye başladık.

Almanya'nın Alpler'e yakın olan güney düzlükleri çok güzel. Sık sık yanından, içinden geçtiğimiz yoğun ormanlar, düzenli ve bakımlı geniş tarlalar, şirin kasabalarla zevkli bir yoldu.

Sonunda 30 km kadar yolumuz kaldığında yoldan ayrılıp o yoğun ormanlardan birisinin içine daldık ve biraz yürüyüş yaptık.

Ve nihayet Motorrad Mainer Landshut'a ulaştık.

Tamamen aynı yolu yapmış olduğumuz halde göstergeler arasında 56 km fark vardı ve ortalamada 2817 km yol yapmıştık. Mesafe az gibi görünse de ortalama hızımızın 110 km/h değil 40 km/h olduğu düşünülürse yine iyi yol sayılır. Motorlarla vedalaşma zamanı:

Özellikle Tenere ile ayrılmak çok zor geldi. Mükemmel bir motor! Umarım önümüzdeki yıllarda bir tane edinebilirim.

Motorların depolarını dolu teslim almıştık, yine dolu bıraktık. Hermann o gün yoktu, yerine yardımcısı bakıyordu. Teslimde hiçbir sorun çıkmadı, zaten bizim 'Alles okey!' dememiz yeterli oldu. Adam bir hasar var mı, eksik birşey var mı, depolar dolu mu falan hiçbirşeye bakmadı. Zaten yol boyunca en ufak bir aksilik veya hasar da olmamıştı.

Eşyalarımız toparladık, motor kıyafetlerini çıkarıp sivil kıyafetlere büründük. 10 dakikada gelen taksiye atladık ve Münih havaalanına ulaştık. İşlemlerimizi tamamlayıp Ankara uçağının kalkacağı kapıya geldiğimizde acı gerçekle yüzleştik. Cennet gibi doğası olan, yolları muhteşem, motor üzerindeyken bir kez bile tedirgin olmadığımız, trafikte saygı görüp taciz edilmediğimiz gelişmiş ülkeleri arkamızda bırakıyorduk. Bozkırın ortasına, şans eseri hayatta kaldığımız bir trafiğe, Paris Dakar rallisi tadında asfalta gidiyorduk. Bir saati aşan bir gecikmenin ardından uçağımıza binerek bu macerayı noktaladık.

Gezi hakkında notlara gelirsek; benim tavsiyem mutlaka bol bol video çekin. Fotoğraf zaten Allah'ın emri, ama video tüm olayı ayrı bir boyuta taşıyor. Durduğumuz çoğu yerde 360 derece video çektik ve süper oldu. Biz yapamadık, ama benim şiddetle tavsiyem geniş açılı bir kask kamerası edinmeniz. Go Pro ve Contour HD diye iki baba marka var, parası yeten bunlardan alsın. Deal Extreme'de daha ucuza basit kameralar var, ama performansları nasıl bilemiyorum. Hareket halindeyken videoyu artçınız elle çekmeye kalkmasın, çok titriyor, sallanıyor, bir şeye benzemiyor. Kamerayı mutlaka bir şekilde motora sabitleyin. Çekimde ufuk çizgisini sabit tutmaya çalışın, bir yeri bir göğü alırsanız parlaklıkla oynamaya çalışmaktan video kalitesi bozuluyor.

Yanınızda illaki birden fazla fotoğraf makinesi olacaktır. Saatlerini saniyesi saniyesine aynı ayarlarsanız sonradan fotoğrafları düzenlerken EXIF datası çok işinize yarayacaktır. Bir de aynı isimleri atıyorlarsa karışmaması için birisinin sayacını sıfırlayın.

Molalarda ve gezintilerde kasklarınızı yanınızda taşımaktansa motorun üzerine kilitleyebileceğiniz ince bir halat kilit edinin. Ben 15 TL'ye şifreli ve alarmlı, 60 cm'lik bir kilit almıştım, çok işime yaradı. Bir de U-Lock diye birşey vardı sanırım bu iş için, o da olur. Yurtdışında herkes kaskları bu şekilde motora kilitliyor, elinde gezdiren yok.

Böyle bir gezi için ideal rakam 4 kişi ve 2 motor. Daha fazla kişi olunca planlamak, otel ayarlamak, motor bulmak vs. daha zor olur kesinlikle.

Tabi bu geziyi yapmak isteyen herkesin aklına ilk önce maliyet geliyor. Ben iki kişi için, TL olarak aşağıda günlük maliyetleri yazmaya çalıştım.

Benzin: 50 – 80 TL. Tabi bu 180 – 220 km yol için. Abartıp günde 400 km giderseniz ona göre maliyet de artacaktır.

Konaklama: 150 – 300 TL. Makul yerler bu fiyatlara. Gidip 4 yıldızlı yerde kalırsanız 600 TL'ye çıkar, hostel veya çadırda kalırsanız 70 TL'ye iner.

Yeme içme: 100 – 150 TL. Makul yemekler.

Motor kirası: Minimum 200 TL. Normal bir rakam 300 – 350 TL.

Vize ve diğer resmi işler: Toplam 400 TL.

Uçak: Ortalama 1000 – 1200 TL. Önceden çok daha ucuza ayarlanabilir. Özellikle İstanbul'dan gidip gelirseniz.

Ve işte böyle... Tadı damağımızda kaldı. En kısa zamanda tekrar gitmek ve gezemediğimiz yerleri de gezmek istiyoruz. Herkese hayatta bir kez de olsa gidip oralarda motor sürmeyi tavsiye ederim. Çok keyifli. Umarım bir gün oralarda beraber süreriz...